Pages

edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Eylül 2016 Perşembe

OSCAR WILDE DORİAN GRAY’İN PORTRESİ-Kitap Tanıtımı

  BOYUT KİTAPLARI    / DÜNYA KLASİKLERİ
  DORİAN GRAY’İN PORTRESİ          
 OSCAR WILDE  
 ÇEVİREN Şima Rondinelli


         Basil Hallvard adında ünlü bir ressam bir gün sosyete partisine davet edilir ve orada yirmi yaşlarında masum,temiz yüzlü yakışıklı mı yakışıklı bir delikanlıyı yani Dorian Gray’i tanıma fırsatı yakalar.Partide bulunan Lady Brandon Basil Hallvard’ı Dorian Gray ile tanıştırdıktan sonra bu ikili sürekli görüşmeye başlar.Ressam Dorian’a öyle tutkulu bir sevgi besler ki onun resmini yapar.Ressamın bir başka arkadaşı  Lord Henry günün birinde bu resmi görür ve  Basil’e resmin kime ait olduğunu sorar.Henry orta yaşlarda bireyselliğe önem veren bencilliğin zirvesinde bir karakterdir.Basil Henry’e Dorian Gray’i anlatır,onun için ne anlama geldiğini derin duygularla dile getirir…
     “Düş günlerinde bir biçim düşü,Dorian benim için bu işte!”

       Dorian önceleri saf ve temizdir.Fakat Lord Henry ile tanıştıktan sonra kötü davranışlar edinmeye başlar.Lord Henry Dorianı sever lakin onun sevgisi ressamınki gibi değildir.Basil sağduyulu biridir ve Dorian’ı korumaya ona iyi şeyler vermeye çalışır.Ne yazık ki Dorian Lord Henry’nin sözlerine aldanır.Ve günden güne kibirli kendini beğenmiş biri haline gelir.Gittikçe gerçeklerden uzaklaşır ve kendini hızlı yaşama adapte eder.Çünkü Lord Henry onun bir gün yaşlanacağını ve yaşanması gereken heyecan verici duyguları genç dönemlerinde yaşamasını söylemiştir.Bu heyecan verici duygular ise iyilikte değil kötülüktedir.Dorian bütün bu sözlerden etkilenmiş ve kötü bir yolda ilerlemeye başlamıştır.Portresini kendi odasına koyar ve portenin güzelliğinden çok fazla etkilendiği için onunla canlı canlı konuşmaya da başlar.Ve kendisinin hep öyle portedeki gibi güzel olması gerektiğine inanıp,kendinin değil portrenin yaşlanmasını ister.
          Birgün orta dereceli insnaların gittiği bir tiyatro oyunda,oradaki başrol oynayan tiyatrocu kadın Sibyl Vane’ye aşık olur.Aslında o sadece Sibyl Vane’nin sahnedeki haline aşık olmuştur.Ordaki role.O kadının kendisine değil.Bunun farkında olmadan ona evlenme teklifi eder,ve kadın büyük mutlulukla kabul eder.Sibyl Dorian’a öyle aşık olur ki artık sahneden aşık olan bir kadını canlandıramamaya başlar böylece seyiricilerin yuhaladığı biri haline gelir ve Dorian gerçeği anlar.O gerçekte Sibyl’ e değil sahnedeki oyuncuya aşık olmuştur.Bu yüzden onu bırakır ve Sbyl buna dayanamaz intihar eder.Dorian’nın Sbyl’ı bırakmasında yine  Lord Henry’nin sözleri etkili olmuştur.

        Çok Uzun bir zaman sonra Dorian giderek kötüleşmeye başlar,çevresiyle ilişkileri bozulur ve kendi portesine daha da yakınlaşır ve sadece onu severek onunla konuşur.Portresini herkesten saklar,gün geçtikçe portresinin çirkinleştiğini fark eder.Artık Ressam Basil ile de arası açılmıştır.Ama birgün Basil’i yoldan geçerken görür ve onu evine davet eder.Dorian Basil’e portresini gösterir.Portresinin çirkinleşmekte olduğunu gören Basil buna çok şaşırır ve o sırada Dorian bir krize girer ve Basil’i öldürür.Cesedini gizlice yok eder.

       Bu olaydan sonraki günlerde Dorian iyice kötüleşir ve ruhsal dengesi bozulur.Cinayeti bir türlü belleğinden silemez ve cinayetin tek tanığı olan kendi portresine bıçakla saldırır.Gürültüyü duyup gelen hizmetliler portrenin ilk günki kadar güzel olduğunu  ama Dorian Gray’i ise çok çirkin bir hale bürünerek ölmüş olduğunu görürler.Dorian Gray öyle çirkinleşmiştir ki kim olduğu ancak parmağındaki yüzükten anlaşılır.


Yazar Hakkında :
      Oscar Wilde, 16 Ekim 1854'te Dublin'de ailesinin ikinci çocuğu olarak doğdu. Babası, dönemin ünlü doktorlarından William Wilde, annesi, İrlanda'nın İngiltere'den bağımsızlığını savunan devrimci şiirleriyle dikkat çekmiş yazar Jane Francesca Elgee idi. Oscar Wilde hem iğneleyici zekası hem de ustaca gözleme dayalı toplumsal yorumlarıyla ünlüydü Geç Viktorya döneminin en başarılı oyun yazarlarından biri olan Wilde, yetenekli bir klasikler uzmanıydı Dublin, Trinity College'den Oxford Magdalen College için burs kazanan Wilde, çok geçmeden akademiden edebi dünyaya geçiş yaparak Londra'daki Estetik hareketin önde gelen şahsiyetlerinden biri oldu Operet prodüktörü D'Oyly Carte'nin finanse ettiği başarılı bir Amerika turundan sonra üç ciltlik kısa öyküleri ve Dorian Gray'in Portresi ile ünlendi Bu eser onun tek romanı oldu Yazarın şöhreti son derece popüler toplumsal oyunlarıyla mühürlendi: Ciddi Olmanın Önemi, İdeal Bir Koca, Önemsiz Bir Kadın ve Leydi Windermere'in Hayranı
Oscar Wilde, 30 Kasım 1900'de Paris'te öldü ve Pere Lachaise Mezarlığı'nda gömüldü.


Çevirmen Hakkında :
Şima Rondinelli hakkında araştırma yapmış olamama rağmen hayatı hakkında bir bilgiye ulaşamadım.Sadece çevirmiş olduğu diğer dünya klasikleri var.


Tanıtım Bülteninden :
Oscar Wilde'ın bu çizgi romanla yeniden keşfedilen klasiği Dorian Gray'in Portresi, bugün de en ünlü eserlerinden biri olmayı sürdürüyor Günümüzde Gotik korku janrının klasiği olarak kabul edilen roman, kendi güzelliğine kapılan ve sonsuz gençlik karşılığında ruhundan vazgeçen bir adamın öyküsünü anlatıyor Dilek sihirli bir şekilde gerçekleşir ve Dorian'ın dostu Basil tarafından resmedilen portresi, kendi yerine yaşlanmaya başlar Dorian'ın saflığı çok geçmeden narsisizme ve tehlikeli bir yaşlanmama durumuna dönüşür Dekadan aristokrat Lord Henry'den etkilenen Dorian, yaşamını bencil bir hedonizme ve ahlaksızlığa adayarak bu süre içinde birkaç kişinin hayatını mahveder Dorian insanın vicdanından kaçmaya çalışsa da sonunda yakalanacağını öğrenir

"Ah gençlik! Gençlik! Dünyada sahip olmaya değer başka hiçbir şey yok!"
(Tanıtım Bülteninden)


 Yazar ve Kitap Hakkında Görüşlerim :
   Oscar Wilde’nin anlatımı çok hoşuma gitti.Çünkü bu kitabın daha ilk sayfasını okumaya başladığımda öyle güzel ve detaylı betimlemeler vardı ki sanki kitap okumuyordum da bir film izliyordum.Dili açık ve sade fakat burada çevirenin de metni hangi ölçüde eş değerlik ilkelerine göre çevirdiği tartışılır.Kaynak metni okumadan da bir kesinlik sunamam.Yine de gerek duygular olsun gerekse karakterler ilgi çekici.İnsanın kendiyle hesaplaşmasına aracı olabilecek bir kitap.Benlik duygusu mu yoksa saf masum yanımız mı?Vicdanı susturdukça başımıza gelebilecek olan şeyleri yaşamadan görme imkanı buluyor okur.Nefsin kurbanı olmak kendinin katili olmak gibi sonuçlar çıkartabiliriz bu çizgi romandan.Her yaştan insanın kolaylıkla okuyabileceği bir kitap.
   Dorian Gray’in portresinde bir erkeğin başka bir erkeğe aşk derecesinde tutkusu anlatıldığından bir zaman yasaklanmış fakat yine ilgi odağı olmuştur.Yine de içinde bulunduğu dönemde yazılması için yazarının cesur olması gerekirdi ve Oscar Wilde işte böyle cesur bir yüreğe sahipmiş.

SUNAY AKIN TUNCAY TERZİHANESİ -Kitap Tanıtımı



TÜRK EDEBİYATI    TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI, 2010
  “Trabzon’un en ünlü terzilerindendi Tuncay Bey Dükkanının rafları aldığı siparişleriyle doluydu. Genç adam modayı takip eden, yenilikçi biri olduğu için onun diktiği bir elbiseye sahip olmak isteyenler, araya hatırı sayılır insanları koyarlardı.” 

İşte böyle başlıyor, kitabın da ismini taşıyan “Tuncay Terzihanesi”  adlı öyküsü. Gerçek bir hayatı anlatıyor bu öyküde Sunay AKIN. Terzi Tuncay Bey’in iş yerine bordo renkli bir kumaştan ceket yaptırmak isteyen bir genç kız gelir ve Tuncay Bey o kıza aşık olur. Sunay AKIN  şu sözlerle dile getiriyor o ilk anı “Aşk Tanrısı Eros’un attığı ok Tuncay Bey’in kalbini delmeden önce,içeri giren genç kızın güzelliği karşısında, tuttuğu iğne eline batmıştır çoktan!” Tuncay Bey genç kızı tekrar görebilmek için prova sürelerini uzatıp, genç kızın bir çok defa iş yerine gelmesini sağlar. Sonunda bordo renkli ceket tamamlandığında üç tane düğmesi vardır onun. Sunay AKIN’ın “İşte ben o ceketin ortanca düğmesiyim!” sözlerini okuyunca bir anda Tuncay Bey’in onun gerçek hayattaki babası,genç kızın da annesi olduğunu anlıyoruz. Kitabın önceki basımlarında şuanki kapak resmi yerine bir bordo ceket resmi vardır aslında. İşte o ceket bugün Sunay AKIN’ın kurmuş olduğu İstanbul Oyuncak Müzesinde sergileniyor.

    Tuncay Terzihanesi adlı bu kitabında Sunay AKIN kırk altı denemeye yer veriyor. Kırk altı deneme sanki kendi içinde ayrı ayrı hikayeleri olan hem de içinde kurgu olmayan gerçek bilgileri taşıyan hikayelerle dolu. Okuyucuyu farklı zamanlara,farklı mekanlara, tarihin şahit olduğu bir çok insan öyküsüne doğru yoluculuğa çıkarıyor. Bazen insana önemsiz gelen bir sokak adının bile tarihteki önemi, bazen de kız kulesinden şiire,Charlie Chaplin’den Nasrettin Hocaya,ve ondan Neol Baba’ya ,ya da bir merdivenden kitaplara,lunaparktan oyuncaklara kadar hayatın içinde yaşanmış olan her ne varsa Tuncay Terzihanesi’nde bulunabiliyor.
“Bir Dans Pistidir Doğa !..” adlı hikayesinde dansın bugünlere gelmek için tarih boyunca verdiği mücadeleleri anltıyor.Ara sıra ünlü sanatçıların sözlerine de yer veriyor.
“Süreyya Berfe’nin şu iki dizesi beni çok etkiler :
                "Anasıyla babası dans ederken
               Samanyoluna baka baka uyudu çocuk ”
Bu sözleri dile getirirken aslında biraz da çocukları ele alıp savaşlarda ve günümüz sisteminde  çocukların sanata yönlendirilmediklerini  irdeliyor Sunay AKIN. “ İstanbul’da Dan Sokağı var ama Dans Sokağı yok!Dan sokağında çocuklar ellerinde oyuncak tabancalarla birbirlerine Dan … Dan… diye ateş ediyorlar.Dans sokağındaki çocukları düşünebiliyor musunuz? ” sözleriyle üzüntüsünü dile getiriyor yazar.

  Bir başka “İnsanlara mı inanacağız;Yoksa  ! ? ” adlı denemesinde 6 Aralık 1942 yılında Amerika’da Türkiye’ye hitaben yapılacak bir radyo programı için Türklerin sevgisini kazanmış ünlü  birinin konuk olduğu programın hikayesini anlatırken,Türklerin kendi değerlerine yeteri kadar sahip çıkamadığı için de üzüntüsünü tarif etmeye çalışır Sunay AKIN..“O gün sunucunun bize ne anlatacaksınız sorusuna şu yanıtı verir konuk “Bir hikaye anlatacağım”.İşte o hikaye Nasreddin Hocaya aittir.Ve tüm dünyanın ayakta alkışladığı bu ünlü konuk ise Charlie Chaplin’dir.

   Barış ve Savaşı anlatacağını zannederken iki çocuğun aralarında geçen diyaloğu aktarır “Barış’ı çok özlüyorum”adlı denemesinde. “Bugün bayram mı anne?...Hayır der Rikkat Hanım.Barış Günü…Bu yanıt üzerine Savaş kardeşine döner :Sana oyuncaklarımı vereyim adını bana ver der.Barış kabul etmez ağabeyinin teklifini ve o gün ilk kez kavga ederler” diye devam ederken hikayede şu cümle çıkıverir birden “Arkadaşları soyadıyla dalga geçerdi Barışın, Manço Manço diye” ve okuyucu bir sürprizle karşılaşıverir. Barış Manço’nun öyküsüdür bu!

    “Cool mu yoksa Kul mu?” adlı deneme şiddetli bir kınama yazısı. Newsweek dergisinin İstanbul’u kapak yapması ve ardından İstanbul’un anlatıldığı sayfalardan bir bölümde sinema yönetmeni Fatih AKIN’ın sözleri üzerine, Sunay AKIN hem üzüntüsünü hem de kızgınlığını dile getirir. Fatih AKIN’ın daha Türklüğü tam keşfedemediğini Atatürk’ün düşünce ve devrimlerini anlayamadığını ve dolayısıyla Türkiye hakkında bilgi eksikliği olduğundan yanlış konuştuğunu söylüyor. “Fatih Akın’ın Atatürk’ün düşüncelerini devrimlerini anlayamayışının bir art niyetten kaynaklanmadığını, bilgi eksikliğinin eseri olduğunu düşünüyor ve kendisine Doğu-Batı karşıtlığı sığlığında deve güreşi yapmak yerine, Atatürk derinliğini ölçebilmesi için özgürlük çocuğunun şu sözlerinde kulaç atmasını öneriyorum: "Sinema öyle bir keşiftir ki, bir gün gelecek, barutun, elektriğin ve kıtaların keşfinden çok dünya medeniyetinin cephesini değiştireceği görülecektir. Sinema insanlar arasında görüş ve düşünüş farklarını silecek, insanlık idealinin tahakkukuna en büyük yardımı yapacaktır. Sinemaya layık olduğu yeri vermeliyiz.”
       
   Sunay Akın’ın Tuncay Terzihanesi adlı kitabının sondan bir önceki sayfasında içinde oyuncakların olduğu İstanbul Oyuncak Müzesi başlıklı bir resim vardır. Sayfayı çevirince  İstanbul Oyuncak Müzesi’nin kendi fotoğrafı ve altındaki yazılarla Tuncay Terzihanesi son buluyor :  

Ziyaretçiler,çocukların ellerinden tutarak giriyorlar kapıdan içeri…Çıkarken ,öteki
Ellerinden de kendi çocuklukları tutuyor !..
Düşlerin,hayallerin tarihi ve çocukluğunuz sizi
 İstanbul Oyuncak Müzesi’nde bekliyor…





Yazar Hakkında : 

"Sunay Akın 1962 Trabzon doğumludur. Çocukluk yıllarında çay tabaklarının içinde gördüğü Kız Kulesine 1O yaşında kavuşur. Ailesi, daha iyi eğitim imkanları olduğu için İstanbul'a yerleşir ve Sunay Akın İstanbul ile arkadaş olur. Onu dinler bizlere de anlatır sırlarını bu büyülü kentin. Şairimiz, kağıt gemilerden emekli bir kaptan olarak yazmaya başladığı şiirlerini 1989'da 'Makiler' adıyla yayınladı. Bu ilk eserinin arkasına da birer martı gibi 'Antik Acılar', 'Kaza Süsü' ve '62 Tavşanı' adlı  şiir kitapları sıraladı.. Düzyazıda, ancak bir şairin yazabileceği konulara el attı. Bu alandaki eserleri İstanbul'un Nazım Planı, Kız Kulesi’ndeki Kızılderili, Ay Çöreği ve Deniz Yıldızı, Önce Çocuklar ve Kadınlar, İstanbul'da Bir Zürafa, Onlar Hep Oradaydı, Kırdığımız Oyuncaklar, Kule Canbazı, Tuncay Terzihanesi ve Ay Hırsızı'dır. Bir çok radyo ve televizyon programına imzasını atmıştır. Türkmax'ta her Cumartesi günü saat 20:45'te yayınlanan Sunay Akın'la Hayat Deyince adlı programı hazırlayıp sunmaktadır.
Yazarımız, Marmara Güzel Sanatlar Fakültesi ve Müjdat Gezen Sanat Merkezi'nde dersler vermiştir. Tek kişilik oyunuyla da yurt içi ve yurt dışında sayısız gösterileriyle geçmişten bugüne köprüler kurmakta ve 'Bir milletin gerçek değerleri hisse senetleri değil, hissi senetleridir' sözüyle de bu yolculuğuna devam etmektedir.Bir şairin kurduğu ilk müze olan İstanbul Oyuncak Müzesi de Sunay Akın'ın en büyük düşü olarak İstanbul Göztepe'de ziyaretçileriyle buluşmaktadır."

  Sunay Akın’ı ben zaten çok beğenirdim. Elimden geldiğince her cumartesi televizyon programını da izlerim. Yazarlar arasında en sevdiğimdir o. Okudukça dünyanın benim gördüklerimden, algıladıklarımdan fazlası olduğunu fark ediyorum. En üzgün anlarımda bile onun bir yazısını okuduğumda kendime geliyorum. Bu kitabı bana çok şey kazandırdı. Bir çok konuda bilgi sahibi olurken,beş duyu organımı daha fazla açasım geldi hayata. Hatta su olup akmak istedim yaşamın içine Çünkü beş duyu organımla birlikte ruhum da harekete geçti. Keşfedilecek o kadar çok şey var ki, biz insanlar maalesef  kör gözlerle bakıyoruz hayata. Bir şeye ilk baktığımız anda o zannediyoruz onu. Halbuki görünenin ardında görünmeyen sonsuz bir diyar vardır. Sunay Akın, bakarken bir şeye herkesin gördüğünden daha başka bir şey görmüş. Keşfedilecek bir mucize. Hani yap boz oyunu vardır ya, hayatı bir yap boz oyunu olarak alıp, içindeki çocuk ruhunu öldürmeden o oyunu oynamaya başlamış yazar. Keşfettiği her bir parçayı yerine yerleştirirken büyük bir haz alıyor. Keşfetmek için verdiği emek, yürüdüğü yol ona kainatta mutluluğun kapısını açıyor. Ve onun bu yaşam tarzını da her bir yazısında, kitabında, televizyon programında görebiliyoruz.

      Dili ağır değil. Anlattığı her şey kolayca anlaşılabiliyor. İnsan Sunay Akın’ı okurken hiç sıkılmıyor. Okuyucuyu bağlamayı başarıyor kendine. Gerçek olayları yazdığından hayatın bir çok dalı hakkında bilgi sahibi olabiliyor okur. Bu kitapta yoğun bir bilgi akışı var. Bu yüzden bir kere okunduğunda yeterli olmayabilir. Her okumada okur bilgisine bilgi katacaktır. Yazar toplumdaki yanlışları ve yanlış düşünceleri de yeri geldiğinde yazılarına yansıtıyor. Milli değerler, insani duygular, sevgi, saygı, en önemlisi de insan olmak en çok ele aldığı temalardır. Özellikle yaşanmış insan öyküleri sıklıkla geçer yazarın sularından. İnsanlar için önemi olmayan, şuana dek değeri bilinmeyen bir başka insan anlam kazanıyor Sunay Akın’ın anlatımıyla. Hatta bazen okudukça ne kadar sığ sularda, monoton bir şekilde yaşamışım diyebiliyorum ve fark ediyorum içinde bulunduğum anı, ya da boşa geçirdiğim zamanların kıymetini anlamaya başlıyorum.
     
       Sunay Akın hem bilinçlendiriyor hem farkına vardırıyor. Bir insana böyle güzel duygular katabilen bir yazarın da daha iyi yerlerde olması gerekmez miydi? Türkmax uydu yayını yerine, tüm halkın izleyebileceği bir kanalda program yapamaz mıydı? Ve daha çok ödüller verilemez miydi ona?İstanbul Oyuncak Müzesinin varlığından daha çok çocuk ve yetişkin haberdar olamaz mıydı? Daha çok basılamaz mıydı kitapları?
     O halkın içinden gelen ve halkı aydınlatan, insanı ve yaşanmışlıkları konu alıp yazan, anlatan bir yazar. Yazı dili gayet akıcı hatta okur az sonra ne olacak acaba hissini kapılıyor. Dil kullanımı yetisi oldukça gelişmiş, Türkçenin arasına yabancı sözcükler katmamak için uğraşan,Türkçeye en çok sahip çıkan yazarlardan biri. Bütün bu özellikler çok net bir şekilde Tuncay Terzihanesinde de görülüyor.

Hazırlayan: Ayşen Şafak

Nurdan Gürbilek( 1956 Kütahya-….) Mağdurun Dili Kitap Tanıtımı

                                    
        "Bu kitapta zor bir konuyu, edebiyatın mağdurlukla ilişkisini ele almaya çalışacağım. Mağdurluğun, adına 'edebiyat' dediğimiz anlatma deneyimini nasıl biçimlendirdiğini, ama edebiyatın da adına 'mağdurluk' dediğimiz duruma nasıl bir ışık düşürdüğünü anlamaya çalışacağım. Kendini dışlananlara, horlananlara, haksızlığa uğrayanlara yakın hisseden bir edebiyatın imkânlarını, aynı zamanda da sorunlarını tartışacağım" diyor Nurdan Gürbilek, Mağdurun Dili'nde.
         Gürbilek, mağduriyeti Dostoyevski, Oğuz Atay, Cemil Meriç ve Yusuf Atılgan'ın yapıtları üzerinde çalışarak ele almış.Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ı  bu konuda ilk göze çarpanlardan biri ama  Dostoyevski'nin yapıtlarında da azımsanacak gibi değil. Horgörülme, aşağılanma, görmezden gelinecek kadar değersiz olma, böcekleşme…

"İncinen gurur bir türlü onarılmadığında inilecek yer yeraltıdır," diyor Gürbilek.Dostoyevski’nin yarattığı kahramanlar incinmiş,yaralı,sürekli yer altına sığınmak isteyen karakterlerdir gerçekten.Gürbilek bütün bu yazarların eserlerini daha anlaşılır kılma çabasına giriyor. Oğuz Atay'ın tutunamayan kahramanları için "daha baştan kaderin sillesini yemiş, masum ya da korumasız, öksüz ya da yetim, düşmüş ve ezilmiş olanın haksız yere çektiği, çaresizce kabullendiği acıyı" anlatan "patetik" teriminden yola çıkıyor Gürbilek.Ruhu parçalayan öyküler,yürek dağlayan acılar ve yoğun duygular…Kitapta pek fazla da bahsetmemiş Oğuz altay’ın çalışmalarından.Alay edilmekten kurtulmak için mi yoksa kendi hassas yapısını saklamak istediğinden dolayı karışık olan Oğuz Altay portresi gördüğündendir belki.
          
          Nurdan Gürbilek Cemil Meriç’i de koymuş kitabına.’’Onun mağdur kahramanları yok,o bizzat kendini mağdur hissedenlerdendir’’diyor.Cemil Meriç eserlerinde samimi bir şekilde kendini tanımlıyor.Yücelik ve aşağılık bir arada Cemil Meriçte..Belki de Cemil Meriç bu iki duyguyu da seçmesinden dolayı denemeye yönelenlerden biri. Gürbilek, Meriç'in Dostoyevski ile bağlantısını da gösteriyor. Meriç kendi hayat hikâyesi ile Dostoyevski'nin yapıtları arasında benzerlikler buluyor. Gürbilek'e göre de "Horlanmışlığın acısını bir gurur yarası olarak yaşadığı" için onlar gibidir Cemil Meriç.
     Nurdan Gürbilek’in yapıtlarında gözlemlediğim bir şey var.Ünlü yazarlar üzerine yazıyor.Onların eserlerindeki kahramanları analiz ederken,işlenen konuları ve bu konuları kendi yaşanmışlığından kesitler alarak işleyen yazarları karşılaştırabiliyor.Aralarındaki ortak noktalara değiniyor ve en çok üzerinde durduğu nokta da bu yazarları daha anlaşılır kılmak.’’Yer değiştiren Gölge’’isimli kitabında da Ahmet Hamdi Tanpınar’ı,yine Oğuz Atay’ı,Yusuf Atılgan gibi isimleri,onların dile getirmek istediklerini açıklama çabasına girmiş.Gürbilek’in kitapları bir kez okuduğunda tekrar okunma gereği duyulabilir.Zihinlerimize hızla akan bir bilgi akışı sağlarken,konuları yorumlayış dilinde aşırı olmasa da bir ağırlık var.Bunu Tanpınar’ı daha anlaşılır kılmak amacıyla Tanpınar için yazdığı bir yazıda rahatlıkla görebiliriz’’Belki de bu yüzden hatırlama çabalarının çoğu,hatırlayanın hülyalarına ayna tutacak bir köken arayışına dönüşür;bugünü anlamlı kılacak,sürekliliği olduğu düşünülen bir kültürün savunusuna,hatırlama çabasının kendisini savunmasına varır.Yüzümüzü geçmişe dönmek,onun yüzünü bize dönmesi demek değildir.Ahmet Hamdi Tanpınar bu riski aldı,sanata dönüştürdü.’’der Tanpınar’ı anlatırken.
         Nurdan Gürbilek analiz ettiği bu eserlerin öyle bir içine giriyor ki insan bu yapıtları okumuş olsa bile tekrardan okuma gereği hissediyor.Okuyucuyu düşündürüyor ve bu yapıtların önemi üzerinde duruyor.Yer yer onları eleştiriyor gibi görülse de daha önce de vurguladığım gibi tek amacı bu eserlere ışık tutmak.O sadece  önemli eserlerin anlaşılmadığını düşündüğü yerlerini okuyucuya anlaşır kılma çabası içinde yazılanları yazarak anlatıyor.